Fizik dünyasının son yüzyılına damgasını vurmuş, CERN’de yapılan yüzyılın deneyinin sebebi kuantum mekaniğinin en önemli isimlerinden, Albert Einstein’la birlikte yüzyılımızın birkaç dahisinden biri olan Richard Feynman, kendi geliştirdiği QED (kuantum elektrodinamiği) kuramını anlattığı QED: The Strange Theory of Light and Matter (QED: Işık ve Maddenin Tuhaf Kuramı) adlı kitabında, kuantumla ilgili şu ilginç ve hayati tespiti yapar: “Burada size anlatacağım şeyler, üniversitede üçüncü ve dördüncü sınıftaki fizik öğrencilerine anlattığım şeylerdir. Sırf anlamadığınız için burada anlatılacaklara sırt çevirmemeniz konusunda sizi ikna etmek benim görevim. Neden biliyor musunuz, çünkü fizik öğrencilerim de anlamıyor. Çünkü ben de anlamıyorum. Kimse anlamıyor.”
Şu anda Formula 1′de geldiğimiz nokta tam olarak burası. İşin -bana kalırsa- daha trajik kısmıysa, bunu sadece biz “koltuk profesörleri”nin değil, Formula 1′in sahne içindeki aktörlerinin söylemesi. İki gün önceki yazımın başlığında bu aktörlerin sözlerini alıntılayıp durumu özetlemiştim. Bu ve benzer demeçleri sezon başından beri duyuyoruz. Normalde Barcelona’daki yarışın sonucu, sezonun geri kalan kısmı için bize mutlak bir resim çizerdi, zira bu pist, kış testlerinde de kullanıldığı ve aerodinamik olarak belirleyici olduğu için, bir aracın ne kadar güçlü olduğuna dair net bir bilgi veriyordu. Önceki senelerde durum böyleydi, ancak şimdi bunu söylemenin imkânı yok. “İzleyenlerin, bizim Monaco’da birinci mi olacağımızı yoksa puan bile alamayacağımızı bilmemeleri bir anlamda iyi sayılabilir, ancak Formula 1′de geçirdiğim bunca yıl sonrasında biraz belirginlik olmasını isterdim,” diyor Alonso. Peki neler oluyor?
Sezona başlarken McLaren ve Red Bull’un ön sıralarda olacağını, Lotus’un onların hemen arkasında yer aldığını, Mercedes’in bu grubu takip ettiğini ve Ferrari’nin de orta grupta yer aldığını tahmin ediyorduk. Sauber ve Toro Rosso’yu da sürpriz takımlar olarak belirlemiştik. Aslında bakarsanız Avustralya’da görülen manzara bize bunların çok da yanlış olmadığını gösterdi. Ancak ikinci yarıştan itibaren sürpriz perdesi açılmaya başladı. Alonso ile Perez’in liderlik için kapışmaları ve yarışı Alonso’nun kazanmasını, yağmurun etkisiyle şartlara bağlı bir değişiklik olarak gördük. Sonra Çin’de, Mercedes ve Rosberg önce sıralamalarda tüm gridi silip süpürdü, sonra da yarışta çok rahat bir galibiyet aldılar. Bahreyn’deyse ne Sauber ne Ferrari ne de Mercedes vardı zirvede. Red Bull ve Lotus’taydı sıra ve ilk üç yarışın pol sahibi McLaren, bu yarışta sürat anlamında yokları oynuyordu. Ve nihayet İspanya GP’sinde de, geçen yıl Q1′den çıkmakta zorlanan Williams, hem sıralamalarda hem de yarışta en hızlı araç olduğunu kanıtlayıp 2004′ten sonra ilk galibiyetini aldı.
1983′ten beri ilk defa sezonun ilk 5 yarışında 5 farklı takımdan 5 farklı pilotun yarış kazanması asıl mesele değil. Asıl mesele, takımların bunun neden olduğunu bilmemesi. F1 gibi bir teknolojide böyle bir sonucun sebebini bilmiyorsanız iş cidden çok garipleşiyor. Dün Horner’ın da ifade ettiği gibi artık araçlardaki aerodinamik gelişmeler, takımların da hız anlamında birbirlerine yaklaşmalarıyla birlikte, eskisi kadar önemlilik arz etmiyor. Şimdi asıl amentü lastikler. Pirelli bu yılki lastik hamurlarını, geçen yılki lastik hamurlarına göre daha yumuşak yaptı. Asıl sebep bu mudur bilinmez, ama takımlar, bu lastiklerin en verimli olarak kullanılabileceği sıcaklık aralığının çok dar olduğunu ve bu aralığı kim “şans eseri” bulursa, o hafta yarışı kazanacağını söylüyor. Araçların hızları da birbirine yakın olduğu için, sıcaklık ve kauçuk yarış sonuçlarını belirleyen esas faktörler oluyor. Bunun sonucunda bana göre orta gruptaki takımlar, büyük takım statüsüne değil de, büyük takımların gittikçe orta grup takımı hâline geliyorlar. Böyle olunca orta gruptaki takım havuzu oldukça genişliyor ve en ufak bir değişiklik, en ufak bir “şans eseri” avantaj, o avantaja sahip takımı ve sürücüyü üst sıraya çıkarıyor. “Piyango”dan kasıt, bunun neden olduğunun bilinmemesi ve bir sonraki yarışla ilgili hiçbir öngörünün yapılamamasından ileri geliyor.
Tabii bu noktada komplo teoricileri de boş durmuyor. Benim pek önem vermediğim, ama okuduğumda da çok yabana atamadığım bir teoriye göre Pirelli, tüm takımlara aynı lastiği dağıtmıyor. Bu “piyango” etmenini sürdürmek ve yarışları/şampiyonayı daha ilgi çekici hale getirmek için, diğer lastiklere göre çok daha iyi olan bir lastik setini her hafta rasgele bir takıma gönderiyor. Böylece o lastiğe sahip takım, hem sıralamalarda hem de yarışta üstün performans gösterip rakiplerini geride bırakıyor. Normalde takımların, antrenman seansları, sıralamalar ve yarıştaki pist sıcaklığı değişikliklerinden yakındıklarını ve araçlarının cuma, cumartesi ve pazar günleri farklı davrandıklarından şikayet ettiklerini görüyoruz. Sözde bu “süper” lastiğe takımlar, bu sıcaklık değişikliklerinden hiç etkilenmeden (Mercedes’in Çin’de, Sauber’in Malezya’da, Williams’ın İspanya’da) her seansta lastiklerini en iyi şekilde kullanabiliyorlar. Araçlar birbirlerine çok yakın olduğu için lastiklerin tek değişken olduğu Formula 1′de, böyle bir dışarıdan müdahale tüm kartların yerini değiştiriyor tabii. Peki böyle bir şeye neden ihtiyaç duyulsun, madem araçların hızı bu kadar yakın?
Biliyorsunuz Formula 1′in büyük bir ticari hacmi var. Futboldan sonra yıllık geliri en büyük sporlardan biri. 2016′daki geliri 3,3 milyar dolar olarak öngörülen bu sporun (=eğlence) gelir dağılımı da bir anlaşma çerçevesinde idare ediliyor: Konkordato Anlaşması. Bu sözleşmeyle takımlar, hem Formula 1 organizasyonuna bağlılıklarını deklare ediyorlar, hem de bu taahhüt sonucunda gelirden alacakları payı belirliyorlar. Bu anlaşmanın imzacıları FiA, takımlar ve Formula 1′in ticari işlerini yöneten (ve FiA tarafından Formula 1′in ticari haklarının 100 yıllığına kiralandığı) CVC şirketi adına Bernie Ecclestone. 2005′te ve 2009′da iki kez kopma noktasına gelen bu ilişkiler, birkaç yıl önce takımların, yeni bir seri kurma girişimlerini başlatmalarına bile neden olmuş, ama sonra herkes anlaşmıştı. 2009′da imzalanan bu anlaşma bu yıl sonra eriyor. Dolayısıyla bu sezonun başında, tıpkı önceki atışmalara benzer bir çekişme yaşanacağı sanılmıştı, ancak Ecclestone, mart ayında bir duyuru yaparak, Ferrari, McLaren ve Red Bull dahil takımların çoğunluğuyla anlaşıldığını söyledi. Eksiği fark ettiniz herhalde: Mercedes.
Norbert Haug İspanya’da verdiği röportajda görüşmelerin hâlâ sürdüğünü söyledi. Peki Ecclestone ve CVC neden bu kadar hızlı davrandı dersiniz? Bunun sebebini de henüz doğrulanmasa bile haziran ayında öğrenebiliriz, zira çok yüksek kaynaklardan yayılan söylentilere göre CVC, Formula 1′in %30′unu Singapur Borsası’nda halka açacak. Böylece hem nakit akışı sağlanmış olacak hem de Formula 1′e halkın ortak olması sağlanacak. Williams’ın birkaç yıl önce başlattığı bu furyanın takımlar arasında pek itibar görmediğini biliyorduk, ancak Formula 1′in genel gelirleri söz konusu olduğunda, bu adım ticari olduğu kadar marka değeri olarak da bir önem taşıyor. Bu yüzden de Ecclestone, Konkordato Anlaşması görüşmelerinin, bu hisse dağıtımı sürecini gölgelememesini istiyor. Bu nedenle de bir an önce Mercedes’i de kazanıp, borsaya marka değeri yüksek takımlarla kendini pazarlamak istiyor. Mercedes’in icra amiri Nick Fry, geçen hafta Ecclestone’a aba altından sopa göstererek, “Eğer F1 borsaya açılmayı düşünüyorsa, Mercedes’le olan durumu bir an önce çözmeli,” dedi.
Mercedes’in neden anlaşmayı imzalamadığını elbette bilmiyoruz, ancak dedikodulara göre Ecclestone, Red Bull ve Ferrari’ye, “özel konumları” sebebiyle açıktan ek para verdi. Bunu sadece bu iki takıma değil, tarihsel önemleri sebebiyle McLaren ve Williams’a da verdiği söyleniyor. Mercedes’teki sorun da bu miktardan kaynaklanabiliyor olabilir. Ferrari, tüm Formula 1 sezonlarına katılan tek takım olduğu için zaten diğerlerinden ek bir miktar alıyor. 2012′nin sonunda imzalanacak ve yedi yıl daha F1′in ticari haklarını yönecek bu anlaşma için Mercedes’in ek bir miktar istediği anlaşılıyor. Bunun bir nedeninin de, Mercedes’in F1′den ayrılacağıyla ilgili söylentilerin had safhaya ulaşması. Özellikle nisanın başlarında yapılan hissedarlar toplantısında Mercedes’in F1′den çekilmesi gerektiğini söyleyen bir hissedarın alkışlarla karşılanması haberi gündeme bomba gibi düşmüştü. Borsaya açılmayı düşünen ve Mercedes gibi bir markayı kaybetmek istemeyen bir şirket için bu haberler pek de iyi değildi.
Uzatmıyorum, merak etmeyin, hemen bağlıyorum. Bu haberin düştüğü tarih 11 Nisan’dan dört gün sonra, yani 15 Nisan’da yapılan Çin GP’sini Mercedes’in kazanması, biraz önce anlattığım komplo teorisinin gayesinin ne olabileceğiyle ilgili bir ipucu veriyor. Komplo teorisine göre Pirelli ve Ecclestone, Mercedes’in ayrılmaması için en azından bir yarış kazanmasını istiyor ve o “süper” lastikleri Mercedes’e gönderiyor. Böylece Ecclestone da, halka açılacak şirketin değer kaybetmemesini sağlamayı amaçlıyor. Benzer bir şekilde, Williams’ın kurucusu Frank Williams’ın 70. doğum gününe denk gelen Williams zaferi de, aynı tesadüfün üzerine bina ediliyor. Paul Hembery’nin, İspanya GP’si öncesi Twitter hesabından, “Bu hafta sonu beşinci farklı pilotu yarış galibi olarak görebiliriz,” yazması da bunlara dayanak gösteriliyor.
Komplo teorisi böyle. Ne kadar ciddiye alınmalı sorusu bir yana, 2008 Singapur GP’si gibi bir skandalı barındıran Formula 1′den her şeyi beklediğimi söylemek istiyorum. Doğruysa bile Pirelli’nin böyle bir şeyi tek başına karar vermiş olması mümkün değil. Büyük ihtimalle de bunun doğru olup olmadığını asla öğrenemeyeceğiz. O zaman da bize iki seçenek kalıyor: Sporu/eğlencesi/gösterisiyle Formula 1′in çürümüş bir elitler etkinliği olduğunu kabul edip keyif almaya devam etmek ya da bir daha hiç takip etmemek. Ben şu âna kadar ilk seçeneği uyguladım hep, ama bundan sonrası için pek de emin olamıyorum.
Ali Ünal